((¯`» ﷲ ﷲ ((¯`» ﷲ ﷲ WwW.gulcemaat.Tr.Gg ﷲ ﷲ «´¯)) ﷲ ﷲ «´¯))
  Semâ'nın Çeşitleri ve Edepleri
 

 

Semâ'da ilk iş, dinlenilen sözleri anlamak ve onları kendi hâline göre yorumlamaktır. Bu suretle hâsıl olan al­gılama ve anlayış vecd ve ruhî heyecan meydana getirir, bu vecd de kalbin sırlara bakan kapısını açar. Dinledikleri söz­leri anlama açısından insanlar dört kısma ayrılırlar:
Bir kısmı, dinlediklerinden bir şey anlamazlar. Bunla­rın semâ yapmaktaki maksatları kulaklarına hoş gelen ses ve nağmeleri dinlemektir. Bu kısım en aşağı derecede olan­lardır. Çünkü, bütün hayvanlar da güzel sesi dinler ve mâ­nasını anlamaksızın ondan zevk ve lezzet alırlar.
Bir kısmı, sözü zahir manasıyla anlar ve onu okuyup dinlerken gönüllerindeki bir kadını (veya erkeği) düşünür­ler. Bu kısım, gençler ve şehevî mülâhazaların esiri olan kimselerdir. Bu durumda olanların zikir niyetiyle tertip edilen semâya katılmaları haramdır. Çünkü bunlar okunan sözlerden yanlış mânalar çıkarır ve nefislerini ıslah etmek yerine onu daha da azdırırlar.
Bir kısmı, sözü kendi öz hâllerine göre yorumlarlar. Bunlar, okuyup dinledikleri parçayı lügat mânalarıyla ve­ya söyleyenin maksadına göre değil, kendi anlamak iste­dikleri şekilde anlarlar. Bu sebeple, şâirlerin ve âşıkların söz konusu ettikleri güzellik, kaş, göz, vaad, vefa, ulaşmak, ayrılık gibi şeylerden anladıkları mânalar cismânî ve mad­dî mânalar değildir. Onun için, bunlardan birisi,
Elçi dedi ki, yarın ziyarete gelirsin
Dedim, umarım, ne dediğini bilirsin
beytini duyunca büyük bir vecd ve coşkunluk içine girmiş ve kâh gülerek, kâh ağlayarak bu beyti bir çok kere tekrar­lamıştır. Sâkinleşince bu beyitten ne anladığını sormuşlar; şöyle demiştir: "Bu beyti duyunca, Allah Rasûlü’nün 'Cen­net ehli her Cuma günü Rablerini ziyaret ederler.’ (Tirmizî, İbnu Mâce) sözü aklıma geldi ve bunun verdiği sevinç beni benden aldı."
Bir diğeri, sokaktan geçen bir sarhoşun;
Şaban'dan yirmi gün geçince
Gündüzleri de iç içince
Küçük kadehle içme artık
Kalan zaman az ve ip ince
dizelerini duymuş ve ağlamaya başlamıştır. Ağlamasının sebebi sorulunca da şöyle demiştir: "Bu söz, ömrümün so­na yaklaşmış olması sebebiyle artık eskisi gibi, küçük ve ara sıra yaptığım amellerle oyalanmayıp büyük ve devamlı ameller işlemem ve hiç durmadan hazırlık yapmam gerek­tiğini bana öğretti."
Bir başkası da bir kasrın önünden geçerken balkonda efendisine şarkı söyleyen bir cariyenin şu beytini duymuş:
Her geçen gün yeni bir renge girersin.
Bu kadar değişmesen iyi edersin.
Bunun üzerine vecde gelip ağlamış ve, "Yemin ederim, bu benim Rabbime karşı değişkenlik ve dönekliğimi anla­tıyor." demiştir.
Bir kısmı ise, duydukları sözleri Allah Teâlâ ile konuş­mak ve O'na hitap etmek şeklinde anlarlar. Bunlar en yüksek derecede olanlardır. Ancak bunların yöntemi çok risklidir. Çünkü, sözlerden Allah Teâlâ'ya yakışmayan ve O'na nisbet edilmesi doğru olmayan mânalar anlamak, ki­şinin küfrüne sebep olur.
Onun için, sözleri Allah Teâlâ ile konuşmak şeklinde anlamaya çalışanların Zât-i uluhiyet hakkında câiz olan ve olmayan vasıf ve sıfatları çok iyi bilmeleri lâzımdır. Bu kıs­ma dahil olanlar, şâir ve âşıkların kendi sevgililerinin gü­zelliklerini anlatan sözlerini Allah Teâlâ'ya karşı söylenmiş gibi algılarken, bu sözlerdeki kaş, göz gibi sözcükleri O'nun yüce ve mukaddes olan sıfatlarına hamledeler.
Ancak bu aşamada çok önemli bir husus vardır. Bir şâ­irin kendi sevgilisine söylediği dokunaklı sözleri mecazî mânada algılayıp onlardan Allah Teâlâ’nın mukaddes isim ve sıfatlarına hamletmek belki mümkündür. Lâkin, bizzat Allah Teâlâ kasdedilerek yazılan veya söylenen bir şiir ve sözde kaş, göz, kavuşmak, ayrılmak gibi kelimeleri mecazî mânalarda da olsa kullanmak câiz değildir.
Sûfiler, bunun da câiz olduğunu iddiâ etmişler, fakat bazı âlimler bunu küfür saymışlardır. Bunlara göre, bu, Al­lah Teâlâ'yı maddileştirmek ve mahluklara benzetmektir. Halbuki, Allah Teâlâ madde değildir ve hiçbir mahluka benzemez. Kur’ân-ı Kerim'de, "Onun gibi ve O'na benze­yen bir şey yoktur." (Şûra, 11) buyurulmuştur.
Semâ'da söylenen ve dinlenen sözlerle Allah Teâlâ’nın kasdedilmesi durumunda, O'na lâyık olmayan mânaların anlaşılması küfür olduğu için, bu mânaları içeren sözleri kullanmaktan sakınmak en selâmetli yoldur.
Semâdaki bu ve benzeri risk ve tehlikelerden dolayı bir sûfi şöyle demiştir: "Semâdan bir kazanç beklemek şöyle dursun, keşke ondan girdiğimiz gibi çıkabilsek!"
Vecd hâlinde, Allah Teâlâ hakkında câiz olmayan söz­lerin sarf edilmesine "şath" denir. Sûfiler, şath'ın küfür ol­madığını iddiâ etmiş, mazeret olarak da bunun "fenâ" hâlinde vuku bulduğunu söylemişlerdir. Fenâ hâli ise, se­mâ edip vecde gelen sûfinin kendisini kaybetmesi, unut­ması ve yok hissetmesidir.
Bu münasebetle şunu da belirtmek lâzımdır. Fenâ hâlinde ağızdan kaçan şath ile vahdet'ul-vücud inancı ayrı şeylerdir. Fenâ hâli, sûfilerin iddiasına göre, Allah Teâlâ’nın sevgisinde kaybolma ve O'nun azameti önünde erime ve hiçleşme hâlidir. Bu hâle giren bir kimse, akıl ve muhake­mesini de yitirir. O bu hâlde, Allah'tan başkasını ne görür, ne de duyar. Bu sebeple, fenâ hâlinde meselâ, "Ben Al­lah'ım!" dese, "Allah Allah'tır" demek ister. Çünkü o bu sözü söylerken, kendi benliği ortada yoktur. Farz-ı muhal bunun böyle olduğu kabul edilse bile, vahdet’ul-vücud inancı daha başka bir şeydir. O, varlığın bir olduğunu, Hâ­lik ile mahlukun birbirlerinin tamamlayıcı parçaları oldu­ğunu savunan bir felsefî görüştür.
Kesin olarak küfür olan bu inanç ve görüşün de şath zannedilmesi ve bu sebeple tasavvuf adına ona sahip çıkıl­ması cidden garip ve acip bir yanılgıdır.
(Muhyiddin-i Arabî, "Allah ruh, biz O'nun cesediyiz", diyor ve bunun gibi daha çok sakat şeyler söylüyor (Bkz: Fususul-Hikem). Onun bu sözleri küfür değillerse, dünyada küfür diye bir şey yoktur. Ama sûfiler, bu sözleri de garip ve acip bir şekilde te'vil ve tefsir ede­rek birer hikmet ve cevher haline getiriyorlar. Ve bunları söyleyen zatı da alâ-i illiyyin'e çıkarıyorlar. Küfrün ehl-i iman içinde bu kadar prim yapması ve sahibine bu denli itibar ve değer kazandırması şaşılacak şeydir. İmam-ı Rabbani, bu zatın bazı söz ve görüşlerinin küfür oldu­ğunu, fakat keşifte kendisinin kâfir olarak görünmediğini söylemiştir. (Bkz: Mektubât) Biz de zaten kimseyi tekfir etmiyoruz, söylenen bazı sözlerin ve ileri sürülen bazı görüş ve inançların küfür olduğunu söy­lüyoruz. Günümüzde, tasavvuf dışındaki bazı sapık akımlar da vahdet-i vücud inancına sahip çıkmışlardır. Onun için, bu inancın Şeriatta­ki hükmünü açıklamak ve ehl-i tevhid müslümanları bu küfrün bata­ğına düşmekten korumak lâzımdır.)
Tasavvuf büyüklerinin tasnifine göre semâ, hüküm yö­nünden iki çeşittir:
Bir çeşidi haramdır. Bu çeşit, bir paragraf yukarıda anlatıldığı gibi, kendilerinde dünya şehveti baskın bulunan ve duydukları ses ve sözlerle nefsanî duyguları uyanan kimselerin semasıdır.
Bir çeşidi de müstehabtır. Bu çeşit, kendilerinde Allah sevgisi hâkim bulunan ve duydukları ses ve sözlerle bu sevgileri artıp coşan ve ilhâm kapıları açılıp keşif ve müşa­hede derecesine ulaşanların semasıdır.
Sûfiler şöyle demişlerdir: Semâ edebi bulunmayan, be­şerî sıfat ve hislerden kurtulmayan, Allah Teâlâ için vacip, câiz ve muhal olan vasıf ve sıfatları bilmeyen kimselerin Allah muhabbeti adına semâ etmeleri câiz değildir. Bu du­rumda küfre düşmek tehlikesi de vardır. Çünkü, vecd hâsıl olurken, kalpte Allah Teâlâ hakkında yanlış tasavvurlar do­ğarsa bunlar küfrü muciptirler. Nitekim, "şatahât" denilen ve zahir mânaları küfür olan sözler semâdaki vecd hâlinde söylenirler.
Cuneyd (ra) şöyle demiştir: "Rüyamda İb­lis'i gördüm. Ona, 'Bizim arkadaşlardan bir şey koparabiliyor musun?’ diye sordum. İblis, 'Evet, onlar semâ ederken.’ dedi."
(Zamanımızda tasavvuf disiplini bozulduğu için, genç, çocuk, câhil demeden kim bulunursa, şov olarak semaya sokuluyor ve bir dü­ğün havasıyla hora tepip oyunlar oynanıyor. Ve maalesef, bu çirkinlik­ler İslâm dinine mal ediliyor.)
Semâ yaparken mümkün mertebe sessiz ve hareketsiz olmaya dikkat edilmeli, oturmuş vaziyette ve başı önünde tefekkür hâlinde olunmalıdır.
Cuneyd'in yanında bir genç vardı. "Allah" ismi geçtik­çe hareketlenir ve bağırırdı. Cuneyd ona: "Ya sessiz durma­sını öğrenirsin, ya da benden ayrılırsın." dedi. Genç adam ondan sonra, duygularını içinde tutmayı öğrendi.
Bir adam da semâ ederken elbisesini yırtardı. Cuneyd ona: "Elbiseni yırtma, kalbini yırt." dedi.
Kendisi (Cuneyd), semâda hareketsiz dururdu. Ona niçin kıpırdamadığı sorulunca da şu ayet-i kerime ile cevap verdi:
"Sen dağları görünce onları yerinde durmuş zannedi­yorsun, halbuki onlar, bulutlar gibi gidiyorlar." (Neml, 88)
Şeyh, bununla demek istemiştir ki, kıpırdama başta ve gövdede değil, kalpte ve duygularda olmalıdır.
Bir zat şunu anlatmıştır: "Ben atmış sene Sehl İbni Abdullah ile beraber oldum. Onun ne zikirde, ne de Kur’ân okunurken hareket ettiğini görmedim. Yalnız bir kere, "Bugün ne sizden, ne de küfre düşenlerden fidye kabul edilmez. Hepinizin yeri cehennemdir. Size yaraşan odur ve o ne kötü bir yerdir." (Hadid, 15) âyetini dinleyince, titredi­ğini gördüm.
Sehl şöyle demiştir: "Kuvvetli olmak, kalbe gelen vari­dat karşısında sabit ve sakin durmaktır."
Cuneyd (ra) şöyle demiştir: "İbadetin fazla­sıyla meşgul olmak, semânın fazlasıyla meşgul olmaktan daha yararlıdır."
Dünya ehlinin düğün gibi şenliklerde yaptıkları semâ, oyun ve rakslar da iki çeşittir:
Bir çeşidi mubahtır. Bu çeşit, güzel ses ve sözlerden hoşlanan ve oyundan lezzet alan kimselerin semasıdır. Bu çeşit semâ, dinlenmek maksadıyla da yapılabilir.
Bir çeşidi de mekruhtur. Bu çeşit, vakit ve münâsebet gözetmeksizin semâ etmeyi, yani söz dinleyip oyun oyna­mayı âdet hâline getirmektir. Çünkü bu çeşit mubahlara düşkünlük göstermek sefihliktir.
KAYNAK
İHYÂ-U ULÛMİDDİN
 
  gulcemaat.tr.gg  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol